BİR HİKAYE / Bir Sonbahar Akşamı - Sait Faik Abasıyanık 2 Ağustos 2010, 20:24 Nedir bu kuş, bilmem ki? Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her madenin ıslık çaldığı bir vapurda Adalara gidip gelirim. Akşamüstü bazen Köprü´nün ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür, biz, bu hakikî şehrin sakinleri, tiyatro seyircileri gibi sessiz, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz. Minareden minareye asılı kırmızılıklar, portakala, Trabzon hurmasına benzer yemişler sarkıtan sonbahar akşamlarında ben bıldırcını hatırlarım. Hepsini, bulutlardaki eski Bağdat´ı, minarelerdeki ananasları, insanların eski elbiselerindeki şaşaayı, hamal çocuğunun çıplak ayaklarındaki renkten çizmeleri, ayyaşın etrafını saran eski şarap hâlesini, hepsini; bütün bu yalancılığı, binbir gece hikâyelerinin ancak çocukları saran rûyasını, hepsini bir tarafa bırakıp bir beli kuşaklı adamın iplere dizip meyve hevengi gibi götürdüğü bıldırcınları düşünürüm. Ben, serçeleri de, atmacaları, saka, florya, isketeleri de severim, hattâ uzak memlekete kuşlarını rûyalarımda görür, bazan şiir yazacak gibi olduğum zamanlarımda, papağan, tavuslar, cennet kuşları da görür gibi olurum. Ama bıldırcın!... Sen, bizim göklerimizin muhacir kuşu! Seni sevdiğim, sana yakın olduğum kadar, ne baharımızın müjdecisi, dostumuz, âdeta köylümüz gibi olan çamur kulubeli, çalışkan, hiç kaçmayacaklar, yanımızda gezecekler gibi oluverip de bir gün habersiz bizden kaçan kırlangıçları; ne de o kızıl gagası, muhteşem kanatları, ince uzun, sırım gibi bacaklarıyla leyleği, damlarımızda, bacalarımızda, hemen yanıbaşımızda yeri olan, hayatımıza, âdetlerimize, ocağımıza, hemen hemen bir nevi melânkolimize karışmış olan leyleği, sana tercih ederim. Bıldırcını, bir şiiri sever gibi severim. Neden olduğunu bilmeden, yahut hafif hafif, içimde bir şeyler belirerek... Hem en çok etini yediğim kuş bıldırcındır... Küçüklüğümde onun tüylerinin kokusunu, çok zaman sevdiğimiz saçlarında koklamışımdır. Onun etinin kokusunda tuhaf, şehevî bir hava buldum. Onun yağlı vücudunda topraklar, esmer, genç, arzudan yanan bir insan vücudu vardı. Sanki bir gün, sihirli bir ağız: "Kuş ol, güzel insan! Yuvarlak, esmer, buğday, kavrulmuş kestane; sütlü, ateşte, suda pişmiş mısır kokulu, yarı kadın, yarı erkek, yalnız şehvet, süt, nişasta, şekerden mamûl mahlûk! Senin bu topraktan yapılmış çirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!" dedi. Bıldırcın, böylece kuş oldu. Onu rüzgârlar getirir; yağmurlar atar, memleketimize. Etlerin en güzeliyle, kokuların en bayıltıcısıyla gelir, ışıklarımıza dökülüverir. Doğduğum şehirde bir akşam, millet sokağa dökülür. "Bıldırcın yağıyor! Bıldırcın yağıyor!" diy